Reha Çamuroğlu
(Bu makale Kızıldeli Dergisi'nin ikinci sayısında da yayınlaşmıştır.)
2001 yılının Mart ayına geldiğimiz bu günlerde, Türkiye’de, yaygın bir yön yitirme duygusu hissediyorum. Mustafa Kemal Atatürk’ün saptadığı “Muasır medeniyet seviyesine erişmenin” bizim için pek de kolay olmadığı görünmekte bu günlerde. Hala bu kadar krizler yaşadığımıza göre...Fakat özellikle bu noktada bir konunun altını çizmek istiyorum. Zannediyorum son 4-5 yıldır yaşadığımız olaylar, bizlere, çözümlerin demokrasi içinde aranmasının zorunluluğunu, otoriter yöntemlerin bazen onları destekleyenlerin de kafasında patlayabileceğini göstermiştir. Zannediyorum dedim, ama eğer göstermemişse umuyorum ki görmeyenler de kısa sürede bu durumu idrak ederler.
Bu ülkede ülke yönetiminde söz sahibi olanlar, yıllarca “Demokrasiyi Batı istediği için değil, biz layık olduğumuz için getirmemiz gerektiğini” söyleyip durdular. Yani kısacası biz layıktık. Ama bugün hem biz layık olduğumuz, hem de Batı istediği halde bu ülkede tüm kurum ve kurallarıyla çağdaş parlamenter bir demokrasi bulunduğunu söyleyebilmekten çok uzak bir noktadayız. Demokrasi, adı üzerinde yönetimde halkın ağırlığının artmasına işaret ediyor. Bu da ceberrut, baskıcı devlet geleneğini sürdürmek isteyenlerin ve bu gelenekten güç alanların varolan güçlerini yitirmeleri anlamına gelecek. Bu durumdan sadece siyasi partileri, siyasetin liderlerini, parlamentoda “yüksek maaş alan” milletvekillerini suçlayarak sıyrılamaz, içinde bulunduğumuz duruma bir açıklama getirmiş olmayız. Aksine parlamentoya yönelik eleştirilerimizde kantarın topuzunu kaçırdığımızda kendimizi demokratik bir hakkımızı kullanıyor zannederken, bir de bakarız, Türkiye’de hiç de az bulunmayan bir kanaatin esiri olmuşuz. Türkiyede halk arasında zaman zaman şu ya da bu etkiler ve bazen de bilinçli çabalarla, Türkiye’yi içinde bulunduğu krizlerden demokrasiyle çıkarmanın imkansızlığı şeklinde bir kanaat yayılmaktadır. Buna karşı uyanık olunması zorunluluğuna mutlaka dikkat çekilmelidir. Türkiye’nin bu gün içinde bulunduğu ve çok da parlak olmayan tabloyu sadece parlamento yaratmamıştır, devletin bir bütün olarak her kademesiyle bu durumda taşıdığı hisseyi yeniden gözden geçirmesinde büyük yarar olacaktır. Muasır medeniyet seviyesinin birinci kuralı, kendisini ulusun patronu gibi gören bir devlet anlayışının terkedilmesidir. Muasır medeniyetlerde devlet, yönetici değil, düzenleyicidir. Oysa patron devletler ulusun hayatını başından tırnağına kadar yönetmek istemek gibi tedavisi çok zor bir iptiladan muzdariptir. Böyle ülkelerde elbette devlet büyükleri hapşırınca borsalar çöker, halkın cebindeki para o anda pul olur ve kimse yarınını göremeyecek bir hale getirilir. Ulus, yön duygusunu böyle yitirir. Tablo vahimdir ve bir kez daha tekrarlıyoruz ki çözüm demokraside aranmalıdır. Demokrasinin geliştirilmesinde.