Neckar'dan Munzur'a Yaşayan Aleviliğin Sorunları üzerine bir Deneme

Yazdır

13.12.2005

Bu makale geçtiğimiz Ağustos ayının üçüncü Pazar gününde Neckar Irmağı’nın kıyısından Munzur Irmağı’na uzanan düşüncelerimin ürünü olarak kaleme alınmıştır. Bundan dolayı makaleye bu ad konulmuştur. Ritüeller konusunda Heidelberg Üniversitesi’nde yürütülen proje çerçevesinde misafir araştırmacı olarak davetli bulunduğum sırada bu kentte bulunan Neckar ırmağının kıyısında otururken Munzur’a doğru uzanan düşüncelerimden sonra bu makaleyi planladım.

Ayrıca aynı günün öğle üzeri de Avrupa’daki çalışkan kurumlarımızdan Mannheim Alevi Kültür Merkezi’ni ziyaret ederek Dedeler ve yöneticilerle söyleştim. Bu söyleşiye Heidelberg Üniversitesi’nden Dr. Raoul Motika ve Dr. Robert Langer de katılmışlardı.

Daha önceki hafta ise Heidelberg’te beni ziyaret etme nezaketini gösteren AABF Genel sekreteri sayın Hasan Öğütçü ile sohbet etme imkanım olmuştu. Burada işte bu süreçte tartışılan konular genel olarak ele alınmaya çalışılacaktır.


Güneşin ilk ışıklarıyla birlikte ırmağın yanında bir bankta oturuyorum. Heidelberg’in güzel manzarasını izlerken koşanlar, köpeklerini dolaştıranlar, kayıklarında kürek çekenler, yüzen, uçan ve bazan da seslerini yükselten ördekler, kuğular, turist ve yük taşıyan uzun gemileri seyrediyorum. Herkesin kendi halinde ve mutlu göründüğü bu sakinlik içerisinde bu ırmaktan bir zamanlar gördüğüm Munzur ırmağı aklıma geliyor. Ülkemin Munzur’unda, Fırat’ında da böyle manzaraları görmeyi arzu ediyorum.

Pek tabi ki, Alevi yolunun bir gereği olarak bütün insanlığı “siyah, beyaz, sarı...”, “Hıristiyan, Budist, Yahudi...”, “Fransız, Alman, Arap...” demeden çok seviyoruz, sevmeyenlerimiz de sevmelidirler. Çünkü yolumuzu aydınlatan erenlerden Hacı Bektaş Veli’nin, “Dili, dini, ırkı ne olursa olsun iyiler iyidir.” şeklinde çok güzel özetlediği ve Yunus Emre’nin “Yaratılanı severiz Yaradandan ötürü” sözlerini akıldan çıkarmamalıyız. Bu arada belki de haklı olarak şöyle diyenler de olabilir: “Efendim, asırlarca Sünnilere Yezit dedik, onlar da bize Kızılbaş, Rafızi dediler. Bu durumla bu sözler çelişmiyor mu?” Evet doğru böyle oldu, bu durum Safevi-Osmanlı mücadelesine dayanan siyasal nedenlerle ortaya çıkan kutuplaşmaya dayanıyordu. Ancak günümüzde iki taraf da birbirini daha fazla tanımaya ve karşılıklı evlenmelerle daha da yakınlaşmaya başladı. Bırakınız yüzyıllardır birbirimize kızarak ve karşılıklı dedikodular yaparak da olsa birlikte yaşadığımız Sünnileri, bugün göç olgusunun sonucunda Avrupalı gelinlerimiz ve damatlarımız da olmaya başlamıştır. Bu toplumsal değişim süreci geri dönmemek üzere bu şekilde devam edecektir. Bilmemiz gerekenin bizim yolumuzun esas olarak insanı esas aldığı, inancımız ve kültürümüzün kendi çevremizden başlamak üzere bütün insanlığı sevmeye dayandığıdır.

Ama yine de şu da bir gerçek olarak karşımızda duruyor ki, diğer ülkeleri, diğer insanları ne kadar sevsek de bu sevgi kendi ülkemize ve onun insanlarına olan sevgimizi aşamıyor. Mesela ülkemizi onun içinde de kendi ana-babamızın memleketini daha çok seviyoruz. Çünkü oralara bizi bağlayan pek çok bağlantı var. Aslında bütün bunlar hepimizi birbirimize bağlayan pek çok değerden kaynaklanıyor. Bu çerçeveden bakmak gerekirse, ülkemizde varolan çeşitli sorunları anlamak zorlaşıyor. Neden birbirimize düşüyoruz ve/veya düşürülüyoruz? Birbirimizden ne alıp veremediğimiz var? Sorunlarımızın tanımında mı yoksa hem tanımında hem çözümünde mi anlaşamıyoruz? Diyalog değil de monologu mu seviyoruz, karşılıklı konuşmaktansa, hepimiz kendi çözümümüzü mü dayatmak istiyor? Her sorunu dış güçlere bağlama kolaycılığına kaçanlardan olmamakla birlikte, sorunlarımızın temelinde hem iç hem de dış dinamiklerin rol oynadığını da kabul etmek zorundayız sanırım.
İşte Neckar’dan Munzur’a uzanan bu düşünce yolculuğumuzda bir film şeridi gibi bu sorular aklıma geliyor. Mesela, Alevilerle Sünniler neden anlaşamıyor? Sorun veya sorunlar nedir? Geçmişten gelen ve bugün artık yaşamaması gereken dayatmacı görüşler de neden ısrar ediliyor? Alevi, Sünni mi olacak veya Sünni Alevi mi? Hem buna ne gerek var? Medyada, aydınlar arasında sürekli Hıristiyanların Müslümanlar arasındaki misyonerlik faaliyetlerinden şikayet ediliyorken, neden kendi içimizde bir tür misyonerlik yapıyoruz? Yasalara ve başkalarına saygılı herkesin kendi kimliğini de koruyarak yaşamasında rahatsızlık duyulacak ne var? Doğru olan, Aleviler ve Sünnilerin birbirlerinin farklılıklarına saygı duyarak, birlikte yaşamalarından başka bir yol olmadığını anlamalarıdır.
Alevi-Sünni meselesini biraz daha aralayıp içine bakmaya çalışalım. Aleviler ne istiyor, Sünniler ne istiyor bazı örneklerle tartışalım. Aleviler, Cemevlerinde ibadet etmek, bu kurumların da cami nasıl bir ibadethane ise bu şekilde tanınmasını sağlamak, devlet kurumları ve okullarda bir şekilde inançları ile ilgili bilgiler edinebilmek, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın taraflı yapılanmasının sona erdirilmesi vb. taleplerde bulunuyorlar. Sünniler ise Alevilerin de Camiye gelerek kendileri gibi namaz kılmalarını, Cemevinin Cami gibi bir ibadethane olarak kabul edilmemesini, kısacası Aleviliğin çerçevesinin kendi belirledikleri şekilde Alevilerce de kabulünü vb. taleplerde bulunuyorlar. Burada dikkati çeken nokta Alevilerin daha çok kendi inanç ihtiyaçlarından kaynaklanan taleplerde bulunurken, Sünnilerin ise kendi ihtiyaç alanlarının da dışında taleplerde bulunmalarıdır.

Alevilerce kutsal görülen Cemevlerinin ibadet yeri olup olmadığına doğaldır ki, Aleviler karar vermelidir ve verecektir. Ayrıca Aleviler kendi inanç anlayışlarını kendileri tanımlayacaklardır, başkaları onların inançları hakkında nasıl karar verebilir ki. Bugün veya yarın bu olacaktır, bu geçmişten günümüze uzanan tarihsel ve sosyal sürecin kaçınılmaz bir sonucudur. Dolayısıyla ertelenebilir, ancak engellenemez. İşte Diyanet’in ve aynı zihniyete mensup olanların anlamak istemedikleri yalın gerçek budur. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, 20. yüzyıla ait bir kurum olmak bakımından, Osmanlı Devleti zamanında varolan Şeyhülislamlık kurumundan farklı olarak, yenilikçi, değişime açık bir yaklaşım sergilemesi gerekirken ne yazık ki, en statükocu ve değişime kapalı bir ortaçağ kurumu görüntüsü sergilemesi ne kadar acı değil mi?
Bu konularla bağlantılı diğer bir husus ise Alevilerin kendilerinden kaynaklanan çeşitli sorunlardır. Özellikle 1980’lı yıllardan itibaren gerek Türkiye’de ve gerekse Avrupa’da yoğun bir şekilde örgütlenen Aleviler’in çeşitli konularda fikir birlikteliğinden uzak bir görüntü sergilediklerine şahit olunmaktadır. Bu görüntü kimi zaman temsil konusundaki tartışmalara, kimi zaman Aleviliğin tanımlanmasına ilişkin tartışmalara, kimi zaman ise diğer siyasal aktörlerce kullanılan bir gerekçeye temel oluşturmaktadır.
Temsil konusundaki tartışmaları, Abdal Musa, Hacı Bektaş törenleri gibi önemli anma etkinliklerinde yaşanan güç mücadelelerinden, zaman zaman kurulan araştırma kurumları vb. örgütlenmelerden, yazılı veya görsel medyada rastladığımız “Aleviliği esas biz temsil ediyoruz.” tartışmalarından görmekteyiz. Gözlemlediğimiz üzere anma törenlerinin düzenlenmesinden sorumlu kurumların, kendilerine yakın kişi ve kurumlara daha ayrıcalıklı davrandıkları görülmektedir. Bu durum Alevi kurumları arasında sık sık tartışmalara yol açmaktadır. Örneğin bu gelenek, 2005 Ağustosundaki Hacı Bektaş Veli törenlerinde de devam etmiştir. Yine 1990’ların sonunda çeşitli Alevi kurumlarınca Akademi, Tasavvufi İslam Enstitüsü vb. araştırma kurumların temelleri atılmıştır, ancak bunlar zaman içinde bir bir işlemez hale gelmişlerdir.
Bu arada ortaya çıkan farklı taleplerin, siyasi muhataplar tarafından da her zaman, varolan sorunların ertelenmesine bir gerekçe olarak kullanılmaya çalışıldığı görülmektedir. Zaman zaman çeşitli taleplerle hükümetlere, Diyanet İşleri vb. kurumlara gidildiğinde verilen yanıt “Efendim, üzerinde Alevilerce uzlaşılan belli bir fikir yok ki...” demektedirler. Oysa ki, Sünni gruplar arasında da fikri olarak uzlaşamayan, birbirine rakip olarak çalışan pek çok cemaat bulunmaktadır. Ama onlara ihtiyaçları olan hizmetler bir şekilde götürülmektedir. Ayrıca siyasi muhataplar “Cemevleri, ibadethaneler olmayıp, kültür evleridir...” görüşünde ısrar ederken, Alevilerin Cemevleri konusundaki düşüncelerinin ise onlarca pek önemi yoktur. Sonuç olarak, Aleviler, Diyanet de dahil, devletimizin kurumlarının Alevilerin inanç gereksinimlerinin karşılanmasına yönelik hizmetler vermediklerinden yakınmaktadırlar. Konu Avrupa Birliği’nin de müdahil olmasıyla birlikte ne yazık ki giderek uluslararası bir boyut kazanmaya başlamaktadır. Oysa çağdaş bir devlet ve onun yurttaşlarının yapması gereken, sorunların kendi dinamikleri çerçevesinde çözülmesini sağlamaktır. Üzerinde halk uzlaşması olmayan ve dış zorlamalarla varılan çözümlerin kalıcı olup olmayacağı pek belli değildir.

Bu düşünsel ve örgütsel bölünmüşlük ortamı ve her zaman bu ortamdan yararlanmayı bilen siyasal güçlerin de etkisiyle, Alevi toplumu arasında da çok olumsuz etkilerde bulunmuştur. Bu etkilerden sadece biri olarak Alevilere hitap eden yazılı ve görsel basın organlarının durumlarına bakabiliriz. Bugün pek çok cemaatin TV ve radyo kuruluşları var iken, ülkemizin yanısıra Alevilerin inanç ve kültürüne de ağırlık veren bir televizyon kanalı bulunmamaktadır. Ayrıca bir zamanlar yayınlanan ve Alevilere hitap eden Cem, Nefes ve Kervan gibi pek çok süreli yayın organları, halk arasında tutunamayıp, kapanmak zorunda kalmışlardır. Bugün Türkiye’de yayınlanan, milyonlarca Alevi’ye hitap edecek, onların sorunlarını, onların geçmiş ve günümüzdeki gelişmelerine dikkat çekecek bir yayın organı ne yazık ki bulunmamaktadır.
Geçtiğimiz Temmuz ve Ağustos aylarında gerek Türkiye’de gerekse Almanya’da çeşitli Alevi kurumlarını ziyaret etme imkanım oldu. İstanbul’da Garip Dede Cem Kültür Merkezi ve Şahkulu Dergahı’nı, Almanya’da ise Manheim Alevi Kültür Merkezi’ni ziyaret ettim. Konular dönüp dolaşıp aynı yerde odaklanıyordu. Aleviliğin tanımlanması ve bu tanımlama farklılığından kaynaklanan sorunlar. Mannheim AKM’de Hıdır Koç, İmam Efe, Seyit Ali Mat, Rahim Demir dedelerimiz ve merkezin genç ve enerjik başkanı Sedat Kaya ile görüştüm. Kendilerine Aleviliğin kentleşme ile birlikte büyük bir dönüşüm yaşadığını ve bugün yaşananların büyük ölçüde bu dönüşümün ortaya çıkardığı geçiş aşaması sancıları olduğunu anlatmaya çalıştım. Bütün bu sorunların zamanla düzeleceğine olan inancımı yineledim. Onlar da bütün bu sorunlara karşın geleceğe ümitle baktıklarını Mannheim’da yaptıkları çalışmalardan örnekler vererek ifade ettiler.
İşte Neckar ırmağından Munzur suyuna bu düşüncelerle uzandık. Yaşanan bütün sorunların zamanla çözüleceğine can-ı gönülden inanıyoruz. Türkiyemizi, yaşadığımız diğer ülkeleri ve bütün insanlığı barış ve mutluluk içerisinde görmeyi diliyoruz. Hak Muhammed Ali, Bozatlı Hızır hepimizin yoldaşı olsun.