Muharrem kimileri için matem ayıdır, kimileri içinse telaş ayı. Zilhicce’den Muharrem’e ilerlediğimiz şu günlerde Türkiye siyasetinde yine ev ödevlerini ihmal etmiş bir öğrencinin mahcubiyeti söz konusu. Aleviler’in eşit yurttaşlık taleplerine, temel hak ve özgürlüklerine ilişkin tatmin edici tek bir adım atmayı beceremeyen bir hükümet ve meclis, Kadıköy’deki yüzbinleri duymamakta ısrarcı. Siyasi partilerimiz gerekli yasal ve anayasal değişiklikler için ortak bir adım atmaktansa, Aleviler’i en çok sevenin kendileri olduğunu haykırmaya devam ediyorlar.
Aleviler ise mırıldanmakta: “Neyleyim ben böyle yâri, bana söylenmeyen diller mi kaldı, yanarım yanarım boşa yanarım.” Kendilerine duyulan sevginin ne büyük bir sevgi olduğunu Aleviler bu sene de yakından hissettiler. Sultanbeyli’de cemevini yıkmaya yeminli bir belediyenin dozerlerine karşı uykusuz gecelerde tetikte bekleyen Aleviler, artık mahallelerinin yeni ismi olan “Yavuz Sultan Selim”e alışmaya çalışıyorlar. Kendilerine gönderilen bu sevgi mesajını almamış olmalarından endişe eden bir belediye zabıtası “Yavuz Selim size az yapmış, bir Yavuz daha lazım” diyerek muhabbetlerinin derinliğini ifade ediyor.
Aleviler ile siyasetçiler arasındaki bu fırtınalı aşk aslında Aleviler’in siyasal sistemimize ağır ve aksak adımlarla eklemlenmelerinin bir yansıması. Hükmetme stratejileri sövme, sürme, hapsetme, dövme ve öldürmeden içerme ve yönetişime doğru gönülsüz de olsa, ittire kaktıra da olsa evrilmekte. Eklemleme, içerme ve yönetişimden anladığımız biat etme ve yanaşma ilişkisi kurma olduğundan olsa gerek işler pek de yolunda gitmiyor. Rasyonel politika yapma ve cin fikirli taktikler kullanma uğruna, sembolik politikaya duyarsız ve kültürel uygunluk mantıkları gözetmeyen bir hoyratlıkla dalınıyor nazenin bir tarikatın gülistanına. Sonumuz hayrola...
Joseph Nye’ın “yumuşak güç” şeklinde ifade ettiği yaklaşımın keşke Türkiye’de sözde değil de özde farkına varılabilse diye düşünüyor insan. Bu ülkenin en önemli Alevi açılımlarından birinin, sonu gelmez otel toplantıları değil de, Tunceli cemevinde cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün galoşlu ayakkabılar ordusu içindeki ayakkabısız ayağı olduğunu görmek bu kadar zor mu? OHAL’in, ZPT’in, RPG’nin yapamadığını çıkartılan bir ayakkabının nasıl yapabildiğini hep birlikte izledik. Sabah, Gül’ü protesto için Tunceli sokaklarında slogan atan çocuğu aynı gün hatıra fotoğrafı çektirmek için cumhurbaşkanı ile yan yana getiren nasıl bir güçtür? Bugüne değin nice panzere, gaz bombasına, inen kalkan copa ser verip de sır vermeyen çocuklar nasıl olur da kendiliklerinden başlarını uzatıverirler bir cumhurbaşkanıyla aynı çerçeveye? Ve o çocuklar ki tam da ellerin deklanşöre yöneldiği anda muzipce “Munzur’a baraj yapılmasın, Munzur’a uzanan eller kırılsın” diye bağırır. Ve o çocuklar ki cumhurbaşkanı tarafından “Sus yoksa fotoğraf çıkmaz” diye sevecence uyarılır. İşte asıl açılım, günü geldiğinde uzatılan dost elini tutacak ama asla boyun eğmeyecek çocuğu kucaklamaktır, anasını ağlatmamaktır...
Gündelik siyasetin tüm bu toz ve dumanı içinde elbette ki cin fikirlilerin asıl merak ettiği siyasi etiğin pusulası değil Alevi seçmenin elindeki oy pusulası. Muharremdi, açılımdı, cemevi ziyaretiydi, Öymen’in gafıydı, MHP MYK’deki iki Alevi üyeydi derken aslında sormaya, söylemeye çalışılan “bu sefer kimin değirmenine su taşıyacak Aleviler”? Yola getirilecek “bir” Alevi iradesi, cepte bilinecek “bir” Alevi oyu, zaptedilecek “bir” Alevi süreği var zannedenler ne de uzaklar Alevi yolunu ve binbir süreğini anlamaktan. Aleviler’in Osmanlıca güdülebilecek bir taife olduğunu sananlar Aleviler’in ve Alevilikler’in hiç farkına varamadılar, varamayacaklar. Kırdan kente ve Avrupa metropollerine uzanan bir hurucun, sınıflı bir toplumda tabakalaşmanın, parsel parsel eylenmiş bir dünyaya doğmanın ve gelenekleri sağdan soldan yeniden inşanın Aleviler’e yaşattığı sosyolojik dönüşümü görmekten ne de acizler. Alevilikler’i görmekten uzak olanlar çözüme de bir o kadar uzaklar.
Ama biz şimdi bu derin meselelere girecek değiliz. Ne de olsa bugünlerde siyasetin kayıkçı kavgasında Dersim tarihini tartışmak çok daha moda. Siyasi elitlerimizin tarih ilgilerinin ve tarih hakimiyetlerinin boyutlarını görmek hepimizin gözlerini yaşartıyor. Tarih tarih diye tutturanlar keşke biraz da çoklu tarihlerin ve farklı algıların varlığının ayırdına varsalar. Nihayetinde kolektif belleklerin anlatıları ait olduğumuz topluluklarla ve onların kozmolojik repertuvarlarıyla yakından ilintili, salt rasyonel bir gerçekler ve yalanlar mantığına indirgenemeyecek kadar mistik, ahlâkî ve de siyasi.
Antropolog Krisztina Kehl-Bodrogi, 1991 yılında gerçekleştirdiği saha araştırması sırasında Aleviler arasında Dersim’e ilişkin şu algılara rastlar: Hasta yatağındaki Atatürk, ordunun Dersim’de ayaklananlara karşı silah kullanacağını öğrenince “Dur” diye bağırmıştır. Etrafındakiler bu emri “Vur” olarak algıladığı için sonrasındaki ölümler yaşanmıştır. Daha sonra yaşananları öğrenen Atatürk çok üzülmüştür. Ben de kendi etnografik saha araştırmam sırasında Atatürk’ün hastalığı nedeniyle Dersim’in sorumlusu olamayacağını vurgulayan, suçu Celal Bayar’a ya da İsmet İnönü’ye yükleyen çok sayıda Alevi ile tanıştım. Tüm bu algılar Hakikat peşinde koşan bir tarih biliminin değil, duygudaşça anlamlandırma peşinde koşan antropolojinin çerçevesinde anlaşılabilir diye düşünüyorum.
Antropolog Rabia Harmanşah’ın Bektaşi kozmolojisi ve anlamlandırma pratikleri üzerine hazırladığı tezinde de 677 sayılı yasayla tekke ve zaviyelerin kapatılması konusunda Alevi ve Bektaşiler’in tarihsel olaylara ilişkin algılama ve anlamlandırma örüntüleri incelenmektedir. Azınsanmayacak sayıda Bektaşi, Atatürk’ün Bektaşi tekkelerinin kapatılmasından derin bir üzüntü duyduğuna inanır. Hatta günü geldiğinde Atatürk’ün Bektaşi ve Mevlevi tekkelerini yeniden açmayı planladığı, fakat buna fırsat bulamadığı iddia edilir. Bunun üzüntüsüyle kendini içkiye verip ölüme uzanan bir yolculuğa çıkan bir Atatürk algısı bile zaman zaman karşımıza çıkabilmektedir. Harmanşah’ın deyimiyle kimi zaman olgular oldukları gibi algılanır fakat anlamları daha kabul edilebilir şekillerde yorumlanır, kimi zamansa olgular mistik tahayyüle uygun şekilde algılanır ve karşı çıkmanın gereksizliğine inanılır. Bektaşi kozmolojisinin kendine özgü zaman ve tarih algısı bu esnekliklere olanak tanır. Onur Öymen’in, Kemal Kılıçdaroğlu’nun tepkisi sonrası “Atatürk’ün kararını aldığı, Celal Bayar’ın uyguladığı bir olaya sahip çıktım” şeklinde bir açıklamada bulunması zor duruma düşen siyasetçilerin geniş toplum kesimlerince kullanılan başka bir tarihi yaklaşımı ve başka bir rasyonaliteyi keşfedebileceğinin kanıtıdır.
Öyleyse siyaset bilimciler bu Alevi ve Bektaşi stratejilerini nasıl yorumlayabilirler. Tüm bu kendine özgü algı ve anlamlandırmalar ezilenlerin devletin şiddetinin yanı sıra resmi tarihin de kurbanı olduklarının bir kanıtı mıdır? Boyun eğmenin ve hatta hegemonyayı içselleştirmenin bir sonucu mudur? Yoksa Sharon Roseman’ın Deborah Reed-Danahay’den ödünç aldığı “débrouillardise” kavramı bu durumu kavramada bizler için daha mı açıklayıcıdır? İçinde direnişi de boyun eğmeyi de barındıran ve kabullenmenin yanı sıra idare etmek gibi anlamlar da taşıyan bu strateji insan eylemliliğinin yenilgilerle bitse bile her mücadelede daim var olacağının habercisidir.
Tüm bu açılım ve Dersim tartışmalarının sıcağında görüşlerini sorduğum Alevi dostlarımdan birisinin verdiği özlü yanıtla sözlerime son vermek istiyorum: “Biz dostu da düşmanı da biliriz”. Bu hak sözü benim algılarımın da, ait olduğum topluluğun kolektif belleğinin de, “resmi” ve “sivil” tarihlerimizin de sınırlarına işaret etmekte: Her günü Muharrem, her yeri Kerbela olanlar “tarih” konuştuğunda aslında neyi konuşmaktadırlar? Sanırım ben artık onlara tarihin doğrusunu, daha doğrusu, doğru bildiklerimi göstermektense doğru bildiklerimle cebelleşmeyi ve gereksiz konuşmayı kesip artık işin doğrusunu yapmayı tercih ediyorum. Biliyorum ki Aleviler Muharrem arefesi dostunun değil kardeşçe paylaşılacak bir hayatta dar gün dostunun peşindeler.
Aykan Erdemir